Biacayiptarih

HOSGELDİNİZ

Gönderiler

Yorumlar

Takım

Blog Yazar

Bizimle Iletisime Geçin

Iletisim İçin Bizi Takip Edin

Etiketler

  • Kanuni Sultan Süleyman Han'a geldi sıra, Fatih Sultan Mehmet Handan itibaren daha çok özellikli anlattık klasik tarih yazıcıları gibi bilgiler verdik ama şimdi daha kişisel olarak yazmayı düşünüyorum bu yazı türünü ilk yazılarımda yapmıştım sonraları daha çok bilgiye yönelik yazdım ama yine bu dile dönerek yazılara kısa bir süre ara verilecek. 

    Kanuni Sultan Süleyman Han büyük bir devletin tek varisi olarak dünyaya gözlerini açtı babası bilidiği üzere kılıçı keskin ömrü kısa Yavuz Sultan Selim idi. Osmanlı hazinesini mühürleyip benden sonra gelen padişahlar hazineyi ağzına kadar doldurmadıkça benim mührüm burada kalacak diyen Yavuz Sultan Selim Hanın çizgisine benim gözümde hiçbir padişah ulaşamamıştır. Bizim padişahlarımızın her birinin farklı özellikleri vardır. Fatih hanın bilim insanı ve sosyal bir kişilik olması, Yavuz hanın tam bir asker olması, 2. Abdulhamit hanın tam bir siyasetci olması daha sayamadığımız özellikleri ile padişahlarımızın ne kadar eşsiz olduğunun bir kanıtıdır. Kanuni Sultan Süleyman Han ise hem zanaatkar hemde bir edebiyatçı idi. Muhibbi mahlasi ile birçok edebi eser kaleme alan Süleyman Han hukuk alanında yaptığı dünya çapındaki değişikliklerle Avrupalılar tarafından da Kanuni olarak anılmakta idi. Müslüman olan bir kimsenin Avrupada işte şu kişide artık Türk oldu gibi bir deyimle anıldığı günlerde Süleyman Han doğru bir devlet adamı olarak devletin başına geçmiştir. Büyük devlet adamlarının döneminde de büyük insanlar yetişir sözünün bu dönemde ete kemiğe büründüğünü görüyoruz. Bu kişiler Ahmet paşa, Ayas Paşa, Barbaros Hayrettin Paşa, Damat Çelebi Lütfü Paşa, Ferhat Paşa, Hüsrev Paşa, Matrakçı Nasuh, Pargalı İbrahim, Piri Mehmet Paşa, Rüstem Paşa, Sahip Giray Han, Yahya Efendi, Yahya Paşazade Malkoçoğlu Bali Bey ve kayserinin övün kaynağı olan 40 yaşında mimarlığa başlayan Mimar Sinandır.

    Yazdığım isimleri okuyunca belki siz sadece devlet adamları görüyorsunuz ama ben koca bir devranı sırtlamış Osmanlıyı çekip çeviren büyük adamlar görüyorum. Sevgili kardeşlerim bu adamlar öle hasbel kader o mevkilere gelmiş insanlar değiller. Gerçekten ciddi bir birikime ve zekaya sahip insanlar, en net örneği Mimar Sinan dır. Hayatını okuduğumda ve evini görmeye gittiğimde aldığım bilgiler doğrultusunda saygım ve sevgim bir kat daha artmıştır. Keza aynı şekilde Barbaros Hayrettin Paşa 600 parçalık bir haçlı donanmasını 250 parça hafif gemi ile yerle bir etmiştir

    Bu akla mantığa sığacak şeyler değildir. Karşılarındaki deniz gücü dönemin en büyük devletlerinin toplamış olduğu karma bir donanma idi. Ve tek gayeleri barbar diye hor gördükleri yenemedikleri için birçok lakap takıp aşağılamaya çalıştıkları Türklerdi. Bunun acısını dönemin tarihçileri birçok kez dile getirmiştir. Barbaros Hayrettin paşayı eski çizgi filmlerden hatırlarsınız kızıl sakal diye. Hep korkulan bir karektermiş gibi vermişlerdir ve biz bunu anlayamayarak izlemiş ve bizde eksi yönde etkilenerek kendi atamıza karşı negatif yüklenmiştik. Ne zamana kadar ? Bilginin güç olduğunu anladığım ana kadar.
    Dönemin yönetim kadroları, ilim adamları ve askerleri o kadar güçlüydü ki Avrupa bizden kapitülasyonlar almak için yalvarıyordu. Fransız kralının annesi Süleyman Handan aman dilenip oğluna yardım edilmesi için günlerce sarayın yollarını arşınlar olmuştu. 46 sene hükümdarlık yapan Süleyman Han Rahmeti Rahmana Zigetvar kuşatmasında vefat etmiştir. Ölümü ordudan saklanmıştır nedeni ise sürmekte olan kuşatmada moral bozukluğu oluşmasını istememeleridir. 13 büyük sefer düzenleyen Süleyman Han 250 veya 300 bin kişilik büyük ordularla sefer yaptığı bilinmekte idi. O günün şartlarına göre bu sayılar çok büyük rakamlardı bugün mevcut Kara kuvvetleri asker sayısı 550 bindir. İletişim çağında halen içinde hainler çıkan ordumuzu yönetmek kolay değilken Süleyman han bunu nasıl becermiştir buda düşünülmesi gereken bir konudur. Büyük topraklar kazanarak ülke sınırlarını hatrı sayılır derecede genişleten Süleyman han bugünlerde haremde vakit geçirmiş zevki sefa sahibi bir kişi olarak gösterilemeye çalışılmaktadır ve bu harekette başarılıda olunmuştur.

    Böyle bir cahillik böyle bir pervasızlık olamaz kendi atasına karşı bir insanda. Bugün Avrupalıların emellerince hareket eden bu ne oldukları belirsizler, halkı da zehirlemeyi başarmıştır. Asıl garip olan bu ülkede RTÜK adında dandik bir kurum olması ve işini sadece Osmanlı tarihini öven yapımlara ceza kesmek sanan bir güruhun yönettiği köhnemiş bir kurumun iş görüyor olması. Harem de yetişen cariyelerin direk çıkar çıkmaz sultan ile halvet olduğunu, haremin sadece sultana çalışan bir yermiş gibi gösterildiği sultanın geceleri alem yapıp oradan seçtiği kadınlarla birlikte olduğu gibi sapıkça ve aşağılıkça fikirleri bu ülkeye yaydılar. Ve şifayı Avrupa da arayan bizdeki dal kavuklar da bu durumu gerçekten bir tarihi dayanağı varmış gibi bak neler yapmış padişah diyerek birbirlerine anlattılar. Kanuni Sultan Süleyman'ı evlat katili olarak gösterdiler ama şunu söylemediler, Mustafa han birçok bölge beyine mektuplar yazarak kendisine destekler istemiştir. Eniştesi Rüstem Paşanın eski valisi olduğu Diyarbakır bölgesi valisine yazdığı mektubu yakalanmıştır ve Mustafa han bunu hak etmiştir. Çünkü Süleyman hanın önünde babası Yavuz Han gibi bir örneği vardı.

    Burada kızdığım nokta bu gibi yapımlar tabiki olacak ama biz nedense Tvlerden veya hasbel kader bir yerden öğrendiğimiz bilgileri gerçekmiş gibi etrafımıza yayıp onları da zehirliyoruz yapmayın. OKU diyerek başlayan bir kitaba sahip olan biz Müslümanlar okumamakta direniyoruz ? Neden peki ? açıp saatlerce televizyonları izliyorsunuz saatlerce telefonlarla uğraşıyorsunuz ama nedense bir kitap açıp okumuyorsunuz bilgili olmayan insanlar birde bunun farkında olmadan bilgiliymiş gibi geziyorlar. Sanıyorlar ki cevap vermeyişimizin sebebi bilmediğimizden. Bilgi insana kelamın bile ziyan edilmeyeceğini öğretiyor. Son olarak şu sözleri söylemek isterim, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devletinin devamıdır yeni bir devlet değildir. Ve Osmanlı tekrardan bu topraklar üzerinden bilinçli bir şekilde yükselecektir. İsmini ne olarak anarsanız ister Türkiye diyin ister Osmanlı o şuur ve bilinç tekrar yükselmeye gebedir.



  • Yavuz Sultan Selim 10 Ekim 1470 günü doğdu. Babası Sultan İkinci Bayezid, annesi Gülbahar Hatun'dur. Gülbahar Hatun Dulkadiroğulları beyliğindendir. Yavuz Sultan Selim, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, omuzlarının arası geniş, yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü, uzun bıyıklı ve yiğit bir padişahtı. Sert tabiatlı ve cesurdu. Kuvvetli bir ilim tahsili yapmıştı.


    Babası Sultan İkinci Bayezid, padişah olduktan sonra, askeri sevk ve devlet idareciliğini öğrenmesi için, Şehzade Selim'i Trabzon Sancağı'na tayin etti. Şehzade Selim, Trabzon'da devlet işlerinin yanında, ilimle uğraşır ve büyük alim Mevlana Abdülhalim Efendi'nin derslerini takip ederdi. Trabzon'u çok güzel idare eden Şehzade Selim'in bu arada komşu devletler de ilişkisi oldu. Valiliği sırasında Trabzon halkını rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. En önemlisi olan Kütayis seferinde Kars, Erzurum, Artvin illeri ile birçok yeri fethederek Osmanlı topraklarına kattı (1508). Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi müslüman oldular.

    Çok güzel ata biniyor, devrin en meşhur silahşörlerini alt edecek kadar iyi kılıç kullanıyordu. Güreşmekte, ok ve yay yapmada üstüne yoktu. Harpten hoşlanmakla beraber çok ince bir ruha da sahipti. Çok mütevazi bir kişiliğe sahip olan Yavuz Sultan Selim, her öğün yemekte tek çeşit yemek yerdi ve ağaçtan tabaklar kullanırdı. Gösterişten hoşlanmaz, devlet malını israf etmezdi. Babasından devraldığı tatminkar hazineyi ağzına kadar doldurdu. Hazinenin kapısını mühürledikten sonra, söyle vasiyet etti: "Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Humayun benim mührümle mühürlensin." Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı daima Yavuz'un mührüyle mühürlendi. Yavuz Sultan Selim, ataları hep sakal uzattıkları halde sakalını keserdi. Bunun sebebini soranlara "Sakalımı ele vermemek için kesiyorum" dediği rivayet edilir. Bir kulağına da küpe takardı. 22 Eylül 1520'de "Aslan Pençesi" denilen bir çıban yüzünden henüz 50 yaşında iken vefat etti. Hayatının son dakikalarında Yasin-i Şerif okuyordu. Kanuni Sultan Süleyman, Fatih Camii'nde babasının cenaze namazını kıldıktan sonra, onu Sultan Selim Camii avlusundaki türbeye defnettirdi. Tarihçiler, Yavuz Sultan Selim'i sekiz yıla seksen yıllık iş sığdırmış büyük bir padişah olarak değerlendirdiler.

    Yavuz Sultan Selim, babası Sultan İkinci Bayezid ve kardeşleri ile taht mücadeleleri vererek tahta çıktığında, Osmanlı Devleti sıkıntılı bir dönem yaşıyordu. Bu bunalımlı dönemin en büyük sebebi Doğu'daki Şii-Safevi Devletiydi. Bu devletin ortadan kalkmasıyla huzur sağlanacak ve Türkistan yolu Osmanlılara açılacaktı. Yavuz Sultan Selim'in en büyük amacı doğudaki bütün Türk İslam devletlerini tek bir devlet çatısı altında birleştirmekti. Yavuz Sultan Selim, 1514 yılı baharında ordusuyla birlikte İran seferine çıktı. Osmanlı kuvvetleri, Erzincan'dan Tebriz'e doğru yürüyüşüne devam etti. Çaldıran'da 23 Ağustos 1514'te yapılan savaşta Osmanlı kuvvetleri büyük bir zafer kazanırken, Safeviler bozguna uğradılar. Şah, kaçarak hayatını zor kurtardı. Yavuz yoluna devam ederek Tebriz'e girdi. Şehirdeki birçok sanatçı ve ilim adamı İstanbul'a gönderildi. Bu zafer sonucunda Şah İsmail eski prestijini kaybetti. Bu sayede Doğu Anadolu'da Osmanlılar için bir tehlike kalmamış oldu. 15 Eylül 1514'te de Tebriz'den Karabağ'a hareket eden Yavuz'un amacı, kışı orada geçirip, baharda İran'ı tümüyle almaktı. Ancak şartlar müsait olmadığı için Amasya'ya gidildi. Çaldıran Zaferi'nden sonra, Erzincan, Bayburt kesin olarak Osmanlı hakimiyetine geçti. Kemah kalesi alındı. 12 Haziran 1515'de kazanılan Turnadağ zaferi ile Dulkadiroğlu beyliğine son verildi. Diyarbakır, Mardin ve Bitlis Osmanlı hakimiyetine girdi. Böylece Anadolu'da Türk birliği sağlanmış oldu.


    Fatih Sultan Mehmed devrinden kalan anlaşmazlık ve İran Seferi, Mısırlıların ve Safevilerin ittifak yapmalarına neden oldu. Yavuz Sultan Selim, bu ittifakın yapılacağını öğrenince Mısır seferine karar verdi. Yavuz Sultan Selim, 5 Haziran 1516'da Mısır seferine çıktı. 27 Temmuz günü Osmanlı Ordusu Mısır sınırına dayanmıştı. Mısır Sultanlığına bağlı Antep (18 Ağustos 1516) ve Besni (19 Ağustos 1516) kaleleri birer gün arayla teslim oldular. Ancak asıl savaş 24 Ağustos 1516'da Mercidabık'da oldu. Mısır Ordusu Osmanlıların ezici top ateşi karşısında fazla dayanamadı. Mısır hükümdarı Gansu Gavri ölü olarak bulundu. Kazanılan Mercidabık zaferi sonunda Suriye'nin kapıları Osmanlılara açılmış oldu.


    28 Ağustos 1516'da Halep'e giren Yavuz Sultan Selim hiçbir direnmeyle karşılaşmadan şehri teslim aldı. Hama (19 Eylül 1516), Humus (21 Eylül 1516) ve Şam (27 Eylül 1516) aynı şekilde teslim olurken, Lübnan emirleri de Osmanlı hakimiyetini kabul ettiler. Yoluna devam eden Yavuz 30 Aralık 1516'da Kudüs'e, 2 Ocak 1517'de Gazze'ye girdi. Mercidabık Savaşı'ndan sonra Mısır'ın başına Tumanbay geçti. Tumanbay Osmanlı hakimiyetini kabul etmediği gibi, barış teklifi için gelen Osmanlı elçisini öldürmüş ve Venediklilerden top ve silah alarak Ridaniye'de kuvvetli bir savunma hattı kurmuştu. Yavuz Sultan Selim, ordusuyla birlikte, ilkçağdan beri hiçbir komutanın cebren geçemediği Sina çölünü 13 günde geçerek, Ridaniye'de Mısır Ordusu ile karşılaştı. Mısır Ordusu'na, El-Mukaddam Dağının etrafını dolaşarak güneyden saldıran Yavuz Sultan Selim, bu manevra sayesinde Mısır Ordusunun yönleri sabit olan toplarını etkisiz hale getirdi. 22 Ocak 1517'de Ridaniye Zaferi kazanıldı. Bu zaferle birlikte Memlük Devleti tarihe karıştı.




    24 Ocak 1517'de Kahire alındı. 4 Şubat 1517'de Yavuz büyük bir törenle Kahire'ye girdi ve Mısır Memlüklerine bağlı Abbasi halifeliğine son verdi. Yakalanan Tumanbay idam edildi. Mısır Seferi sonunda Suriye, Filistin ve Mısır Osmanlı hakimiyetine girdi. Ayrıca Hicaz ve yöresi de Osmanlı topraklarına katıldı. Doğu ticaret yolları tamamen Osmanlıların eline geçti. Elde edilen ganimetler ve alınan vergilerle Osmanlı Hazinesi doldu. 6 Temmuz 1517'de Emanet-i Mukaddese (Mukaddes Emanetler) denilen ve aralarında Hz.Muhammed'in (S.A.V) hırkası, dişi, sancağı ve kılıcı da bulunan eşyaları, Hicaz'dan Yavuz Sultan Selim'e gönderildi. 29 Ağustos 1516'da Hilafet Abbasi soyundan Osmanlı Soyuna geçti. Yavuz Sultan Selim, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Abbasi halifesi Üçüncü Mütevekkil'den (kendi deyimiyle Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn) Haremeyn-i Şerifeyn, yani Mekke ve Medine'nin hizmetkarı ünvanını devraldı ve böylece bütün Müslümanların dini ve siyasi lideri oldu. Rivayete göre, Üçüncü Mütevekkil kürsüye çıkıp, Halifeliği Osmanlı Padişahı Sultan Selim Han'a devrettiğini açıkladı. Sırtındaki cübbeyi Yavuz'a elleriyle giydirdi. Halifelik nişanlarından sayılan kılıcı elleriyle Yavuz'un beline bağladı. Yavuz Sultan Selim, o andan itibaren Müslümanların dini ve dünyevi lideri oldu. Artık yalnız padişah olarak değil, "halife" olarak da anılacaktı ve ondan sonra gelen tüm padişahlar aynı zamanda halife de olacaklardı. Yavuz Sultan Selim, tahtı devraldığında 2.375.000 km.kare olan Osmanlı topraklarını sekiz yıl gibi kısa bir sürede 6.557.000 km.kareye çıkarmayı başardı. Devletin gelişmesi için de bir çok faaliyeti oldu. Çok düzenli çalışan bir casus teşkilatı vardı. Bu sayede ülke içinden ve dışından istediği bilgileri alan Yavuz Sultan Selim'in adam seçiminde büyük bir isabet yeteneği vardı.

    Yavuz Sultan Selim, dedesi Fatih Sultan Mehmed zamanında yapılan Haliç Tersanesini kapasite olarak arttırdı. Medreselerin yanında, sosyal ve ticari alanda hizmet verecek birçok bina inşa ettirdi. Hayatı yoğun savaşlarla geçen Yavuz Sultan Selim, Diyarbakır Fatih Paşa, Elbistan Ulu Camii, Şam Salihiye'de Muhyiddini Arabi'ye Camii, İmaret ve Türbesi gibi hayır eserleri de yaptırmaya fırsat bulmuştur. Ayrıca temelini attırdığı İstanbul Sultan Selim Camii'ni bitirmeye ömrü yetmemiş, bu eser oğlu Kanuni Sultan Süleyman tarafından tamamlanmıştır.


  • Sultân II. Bâyezid, Gülbahar Hâtun’dan 1450 yılında Dimetoka Sarayı’nda dünyaya geldi. Babası Sultân Fâtih’in nâşı 17 gün saklandı ve Amasya’da Sancak Beyi olan Şehzâde Bâyezid İstanbul’a getirilerek tahta çıkarıldı. Bazı tarihçilerin, Osmanlı kaynaklarında geçen “îş ü nûşu severdi” şeklindeki ifadelerini, onun gençliğinde eğlence ve içkiyi severdi şeklinde yorumlamaları asla doğru değildir. Tam aksine veli lakabını alan nadir Padişahlardan biridir. Asrındaki maneviyât erleri ve âlimlere gösterdiği hürmet de bunun şahididir. Müstakil bir sorunun cevabında da özetleyeceğimiz gibi, Fâtih’in vefatıyla Hıristiyan alemi istediğine kavuşmuş ve Roma bir İslâm merkezi olmaktan kıl payı kurtulmuştu. İşte Şehzâde Cem olayı da bunun tuzu biberi oldu. Sultân Bâyezid, İtalya’daki Gedik Ahmed Paşa komutasındaki orduyu hemen geri çağırdı ve maalesef 1495 yılına kadar, birinci derecede Cem Sultân ve Memlüklülerle meşgul oldu. Sultân Bâyezid’in asıl saltanatı 1495 yılından başlatılabilir.

    Bütün bu sıkıntılara rağmen, Sultân Bâyezid, 1483’de 1. Seferini Morava’ya ve 1484 yılında ikinci seferini de Boğdan’a yaptı. Maalesef düşmanlar, 1485 yılından itibaren, dünyanın 1. ve 2. güçlü devletleri olan Memlüklülerle Osmanlıların arasını açmaya muvaffak oldular. Osmanlı hacılarının güvenliğini sağlamayan Memlüklülere karşı, Mayıs 1485’de Çukurova’ya asker gönderilerek resmen harp başlatılmış oldu. Memlüklü Sultânı Kayıtbay düşmanlığın devamını istemiyordu; çünkü bundan Endülüs’de Müslümanlara zulmeden İspanya ve Portekiz ve ayrıca tüm Hıristiyan blok istifade ediyordu. Neticede Ramazan Oğulları Memlüklülerde ve Zülkadir Oğlu Osmanlı’da kalmak üzere, yıllar süren ve genellikle Memlüklü lehine sonuçlanan savaş yılları sona erdi.

    1495’de Cem Sultân’ın vefatı ve de Memlüklü ile yapılan sulhden sonra yeniden asıl saltanat yıllarına başlayan II. Bâyezid, evvela Boğdan’a musallat olan Polonya’ya karşı haretekete girişti. Bununla da kalmadı; Venedik, Macaristan ve zaten arada düşmanlık bulunan İspanya ile fiilen savaş hali başladı. II. Bâyezid 4. Ve 5. seferini, sırasıyla 1499 ve 1500 yıllarında Venedik üzerine yaptı. 4 yıl süren savaşlar neticesinde, Venedik Balkanlardaki bütün müstemlekelerini, başta Mora ve Yunanistan olmak üzere, Osmanlı Devleti’ne teslim mecburiyetinde kaldı. Osmanlı orduları, Macaristan ve Bosna’da yaptıkları savaşlarda da önemli fetihler elde ettiler.

    Maalesef, bu başarıların ardından, Erdebil’deki Safevî tarikatının şeyhlerinden Şeyh Cüneyd, onun oğlu Şeyh Haydar ve nihayet asırlarca Osmanlı Devleti’ni fetihlerinden uzak tutan Şah İsmail ve onun Şi’i devleti olan Safevîler meselesi ortaya çıktı. 1460’da Şeyh Cüneyd katledildi, ama yerine geçen Şeyh Haydar, işi daha da ileriye götürdü. Asıl problem, Uzun Hasan’ın da torunu olan Şah İsmail ile başladı. Şah İsmail’in desteğiyle Anadolu’dan toplanan Türkmen gençleri, Erdebil’e götürülüyor ve orada ciddi bir Şî’a eğitimi verildikten sonra, birer Şi’î mollası olarak Osmanlı Sofuları adıyla Anadolu’ya gönderiliyordu. 1507’de Şah İsmail’in Zülkadir Oğlu Alâüddevle Beyin kızını istemesi ve onun da bir Şi’îye kızını vermek istememesi üzerine, II. Bâyezid’in kayınpederi ve Yavuz’un da dedesi olan Zülkadir Oğlu beğliğine saldırdı ve zulme başladı. Osmanlı Devleti’nden ve Memlüklülerden tepki görmeyince iyice şımardı. Tepki, 1487 yılından beri sancakbeğliğinde bulunduğu Trabzon’dan yani Yavuz’dan geldi ve Şehzâde Yavuz hemen Gürcistan Seferine çıktı. Bu sefer sonucunda, Yavuz komutasındaki Osmanlı orduları, Şah İsmail’in oğlu İbrahim Mirza’nın komuta ettiği Safevî ordusunu Erzincan yakınlarında perişan etti. Halk, Yavuz adına “Yürü Sultân Selim, devrân senindir” türkülerini söylüyor ve babasının pasifliğini bir nevi protesto ediyordu.


    Zor olan nokta Şah İsmail’in şahlığı ve şeyhliği beraber götürmesiydi. Bu sebeple Antalyalı bir Türkmen olan ve Erdebil’e giderek tam bir Şi’i mollası haline gelen Şah Kulu isimli halifesi, çevresine topladığı bazı göçebelerle devletin başına yeniden gâile açmaya hazırlanıyordu. Veziriazam Ali Paşa, üzerine yürüdü ve Sivas yakınlarındaki Gökçay mevkiinde 1511 yılında katledildi. Bu arada önce Kırım’a geçen ve ardından da Edirne’ye gelerek babasıyla görüşmek isteyen Selim’e, Şehzâde Ahmed ve Korkut taraftarları engel olmak istiyorlardı. Nitekim Çorlu’da babasının ordusuyla Şehzâde Selim’in ordusunu karşı karşıya getirdiler. Babaya kılıç çekilmez diyerek, Karabulut isimli atıyla kaçtı (1511). Aynı yıl Şehzâde Ahmed bu kargaşadan yararlanarak Konya’da sultanlığını ilan etti. Meşru veliahdlıktan düştü ve Şehzâde Korkut veliahd oldu.

    Yeniçeri ve bazı devlet erkânının ısrarla Şehzâde Selim’i istediğini bilen Sultân Bâyezid, başka çare olmadığını anlamıştı. Şehzâde Ahmed'in, Şah İsmail'in yakın adamı Nur-ı Ali isimli halifesinin Amasya ve Tokat’da kargaşa çıkarmasına rağmen, karşı gelemeyerek Konya’ya gelmesi, Selim’in işini kolaylaştırıyordu. Bu hadiseler üzerine, 24 Nisan 1512 tarihinde Şehzâde Selim lehine tahttan ferâğat eden II. Bâyezid, 11 gün Eski Saray’da ikamet ettikten sonra, Dimetoka’ya gitmek üzere yola çıktı. Kendisine tahsis edilen ikametgâha ulaşmadan Çorlu yakınlarında yolda vefat etti.

    II. Bâyezid devrinin önemli devlet adamları arasında, Vezir-i A’zamlardan İshak Paşa, Hersek-zâde Ahmed Paşa, Çandarlı İbrahim Paşa ve Koca Mustafa Paşa; Şeyhülislâmlardan Molla Abdülkerim Efendi ve Zenbilli Ali Efendi; ilim ve maneviyât erbabından ise, Molla Lütfi Efendi, Sarı Gürz, Muslihuddin bin Sinan Efendi, İdris-i Bitlisî, kendilerine uzaktan taltiflerde bulunduğu Molla Cami ve Ubeydullah Ahrar Hazretleri ve şairlerden ise, Niyâzî-i Mısrî, Vasfî ve İznikli Celilî misâl olarak zikredilebilir.

    Gâzî, âlim, şâir, hattât, veli ve müzehhib gibi çok sıfatları bulunan II. Bâyezid, babası Fâtih’in fetihlerini çok iyi hazmetmesine rağmen, kendi zamanında sadece 160.000 km2’lik genişleme temin edebilmiştir. Fetret devrinden sonra Osmanlı Devleti’nin en sıkıntılı dönemlerinden olması, bunun başlıca sebeplerindendir .
  • Fatih Sultan Mehmed, 30 Mart 1432'de, o dönemde Osmanlı Devleti'nin başkenti olanEdirne'de, II. Murad'ın Hüma Hatun'dan olan oğluydu olarak dünyaya geldi. Babası Sultan İkinci Murad'tır. Mehmed iki yaşına kadar Edirne'de kaldıktan sonra 1434'te sütninesi ve küçük ağabeyi Alâeddin Ali ile birlikte 14 yaşındaki büyük ağabeyi Ahmed'in Rum sancakbeyi olduğu Amasya'ya gönderildi.

    Burada ağabeyi Ahmed'in erken yaşta ölmesi üzerine Mehmed altı yaşında Rum sancakbeyi oldu (İnalcık'a göre şüpheli). Diğer ağabeyi Alâeddin Ali ise Manisa'da Saruhan sancakbeyi oldu. İki yıl sonra babaları II. Murad'ın talimatıyla iki kardeş yer değiştirdiler ve Mehmed Saruhan sancakbeyi oldu.

    Mehmed'in eğitimi için babası çeşitli hocalar görevlendirdi. Ancak zeki olduğu kadar hırçın bir çocuk olan Mehmed'in eğitilmesi kolay olmadı. Şehzade Mehmed'in medrese kökenli hocalarının yanı sıra bilgi edindiği Batılı şahsiyetler de bulunmaktaydı. Saruhan (Manisa) sarayında İtalyan hümanisti Anconalı Ciriaco ve saraydaki başka İtalyanlar onun Avrupa tarihi ile Antik Yunan filozoflarının hayatlarıyla ilgili kitaplar okumasına önayak olmuştu. Bu durum Şehzade Mehmed'e çok-kültürlülük kazandırmıştır.

    Topkapı Sarayı arşivinde bulunan II. Mehmed'in şehzadelik yıllarına ait olan karalama defterinde Latin harfleri, Arap harfleri, Roma büstlerini andıran insan çizimleri ve Osmanlı figürleri bulunmaktadır. Ayrıca Fatih Sultan Mehmed'in Arapça ve Farsça'nın yanı sıra Latince, Yunanca ve İtalyanca bilmesi bu dönemdeki münasebetlerine dayandırılmaktadır.

    12 yaşında Osmanlı tahtına çıkan Fatih Sultan Mehmet, Edirne'ye gelir gelmez, babası ile anlaşma imzalayan Avrupalı Hıristiyan devletlerin, haçlı seferiyle karşılaştı. Papa, Hıristiyanlan yeni bir sefer için harekete geçirdi.

     Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'nın fetih harekâtını durdurarak barışçı bir politika izlemesi nedeniyle, akıncılar akından kaldı, bu yüzden Anadolu ve Rumeli'de ele geçirilen bazı yerler, eski devletlere geri verildi. Çocuk yaşta bir şehzadenin padişah olması da yadırgandığından, her yandan ayaklanma ve baş kaldırmalar birden ortaya çıkıverdi.

    Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir padişahtı. Fatih Sultan Mehmed okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça'ya çevrilmiş olan felsefi eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritasını yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı.

    Fatih Sultan Mehmed 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat 25 sefere katıldı. Sınırları Tuna'dan Kızılırmak'a kadar genişleyen Devletinin başşehri olarak İstanbul'u almak ve Hz. Peygamber'in övgüsüne mazhar olmak en büyük ideali idi Fatih Sultan Mehmed'in. İstanbul'u almak için Boğaz'a hâkim olmanın şart olduğunu bilen Sultân Mehmed, 1452'de Boğazkesen Hisârı dediği Rumelihisârını inşa ettirdi. Karşısında Yıldırım'ın inşa ettirdiği Anadoluhisârı yükseliyordu ve artık Osmanlının izni olmadan boğazı geçmek mümkün değildi.



    Planı sezen İmparator zor durumdaydı. Bizans'lılar parlayan ateşlerine ve Hz. Meryem'e güveniyorlardı. Ancak 1453 Şubatında Edirne'den yola çıkan toplar 5 Nisanda İstanbul önlerine geldi. 6 Nisan'da muhasara başladı. 53 gün süren muhasara sırasında Fâtih'in ordusu, tarihe geçen kahramanlıklar yazdı.Muhasaranın 53. Günü Hz. Peygamber'in müjdelediği fetih 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti ve Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul'a girdi. Ayasofya'ya sığınan on binlerce insanın burnu bile kanamadı ve İslâm Hukukunun bu konudaki hükümleri aynen uygulandı ve herkese temel hak ve hürriyetleri tanındı.

    İstanbulu fetheden Sultan Mehmed 1100 yıl hüküm süren Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırdı ve Fatih ünvanını aldı.Fethin hemen ardından Mehmed şehrin onarımına başladı.Fatih, Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ermeni Patrikhanesi ve Yahudi hahambaşı bulunmasına izin verdi. 6 Ocak 1454'te Yorgo Skolaris'i yeni Ortodoks patriği olarak atadı. Ayasofya camiye çevrildiğinden Patrikliğe resmî makam yeri olarak Havariyun Kilisesi verildi. Şehirdeki Yahudilerin hahambaşı olarak Moşe Kapsali atadı. 1461 yılında ise Bursa Psikoposu Hovakim İstanbul Ermeni Patriği olarak atandı.

    Mehmed Theodosius Forumu'nun olduğu yerde ilk sarayının inşasını başlattı. Daha sonraki yıllarda ise Sarayburnu'nda Topkapı Sarayı'nı inşa ettirdi.Fatih 1481'de, Anadolu'ya doğru yeni bir sefere çıktı. Ama daha yolun başında hastalandı ve 3 Mayıs 1481'de Gebze yakınlarındaki Hünkar Çayırı'ndaki ordugâhında öldü. Gut hastalığından öldüğü sanılmakla birlikte, zehirlendiği de söylenir. Ölümünden sonra oğlu Bayezid tahta çıktı. Fatih Camii'ndeki türbesinde yatmaktadır. Seferi nereye düzenlediği tam olarak bilinmemektedir. Zira Fatih bu bilgiyi seferin güvenliği açısından çok gizli tutuyor ve kimseye söylememiştir.

  • Bu yazımızda Yıldırım Bayezid Hanın Ankara savaşı ile almış olduğu yenilgiyle oluşan otorite boşluğunda, çok hızlı büyüyüp gelişen Osmanlı devletinin Fetret devrine son veren 1. Mehmet Çelebiden ve 2. Murad handan bahsedeceğiz.
    Babasının vefatından sonra kardeşleri ile taht kavgaları yapan Çelebi Mehmet en çokta Süleyman Çelebi ile uğraşmış ve en son onu alt ederek Osmanlı devletindeki Fetret devrine son vermiştir.

    Çelebinin kelime anlamı nedir derseniz ' iyi hatip eden ' demektir. Bunu destekleyen bir bulgu var mı derseniz evet derim çünkü Çelebi Mehmet ilk olarak Balkanlardaki Osmanlı topraklarına geçti ve oradan iskan edilen Türklerden küçük bir ordu ile Bursa'ya geçti. Şuan söylediğimiz kadar kolay değil etrafında bir anda bir ordu toplamak. Balkanlardan Bursa'ya geçen 1.Mehmet kardeşleri ile birçok savaş yaptı ve en son Musa Çelebiyi de yenerek devleti parçalanmaktan kurtardı.

    Babası döneminde devletin toprakları 920.000 kilometrekare idi. Fetret devri ile bu topraklar 420.000 kareye kadar indir. Tahtta kaldığı 8 yıl boyunca çokça çabaladı ve 550.000 kilometre kareye kadar çıkardı. Karamanoğlu II. Mehmet Bey, ani bir hücumla, Bursa’yı bile ele geçirmişti. Bu sıralarda Musa Çelebi’nin cenazesi Bursa’ya yaklaşıyordu. Karamanoğlu derhal şehri bırakıp çekildi. Bu duruma dayanamayan 'Harman Danası' diye ünlü bir Karaman subayı II Mehmet Bey’e: 'Sultanım,' dedi, 'Osmanoğlu’nun ölüsünden böyle kaçarsın; eğer dirisi gelse halin nece olur?' Subay, bu cüretinden dolayı derhal asıldı. Ertesi yıl Çelebi Mehmet, Konya’ya girip Karamanlılar’a baş eğdirdi; II. Mehmet Bey ile veliahdı olan oğlu Mustafa Bey’i esir ettiyse de akrabası oldukları için sonradan serbest bıraktı.

    Çelebi Sultan Mehmet 1420’de Bizans’a gelip imparatorla görüştü ki, bu ziyaret, Osmanlı tarihinde bir istisnadır. Çelebi Mehmet daha sonra Almanya İmparatoru ve Macaristan Kralı Sigismond’un taarruzlarına karşı harekete geçti, Macaristan’a girip savaştı. 4 mayıs 1421’de, 32 yaşlarında, Bursa’da öldü.

    Çelebi Sultan Mehmet, Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu sayılır. Timur’un dehşetli darbesinden devleti kurtarmış, kalkındırmıştır Bu zor durum içinde büyük medeni hamlelerde bulunmuş, Bursa’da, Edirne’de geniş imar hareketlerini gerçekleştirmiştir. Bıraktığı eserlerin en ünlüsü Türk mimarlığının şaheserlerinden olan Bursa’daki Yeşil Cami’dir. Çelebi Mehmet’in gömülü bulunduğu Yeşil Türbe, türbelerimizin en güzellerinden biridir.
     Sultan ikinci Murat tahta geçtiğinde gerçekten büyük işler yapacağı aşikardı. Tahta çıktığında karşısında önce amcası Mustafa'nın isyanı ile karşılaştı daha sonrada kardeşi Mustafa'nın isyanı ile karşılaştı. Bu isyanların çıkmasında büyük tertipçinin Bizans olduğunu bilen Sultan Murat İstanbul'u kuşattı ama alamadı. İstanbul'u kuşatan ikinci Osmanlı Padişahı oldu.
    Menteşeoğulları, Aydınoğulları beyliklerini ortadan kaldırdı. Germiyan Beyliğinin top­raklarını vasiyet yolu ile elde edildi. Yine Candaroğulları ve Karamanoğulları toprak­larının bir bölümünü ele geçirdi.Bizans’ın ele geçirdiği Karadeniz kıyısın­daki bazı şehirler geri alındı. Eflak, Macar ve Sırp kuvvetlerine kayıplar verdirdi.Venedik ile 1430 yılına kadar savaşlar yapıldı. Bu savaşlar sonunda Makedonya, Selanik ve Teselya ele geçirildi.

    1442’de Osmanlı orduları Macaristan’da yenildi. Bunun ardından Osmanlı orduları arka arkaya yenilgilere uğradı. Karamanoğulları da saldırılara başlayınca II. Murat Macar başkanlığındaki Haçlı itti­fakı ile 1444’de Edirne – Segedin Ant. ya­pıldı. Bu antlaşma ile Sırbistan geçici olarak kaybedildi. Savaşın kötü sonucundan mıdır bilinmez ama sultan tahtını oğlu 2. Mehmet'e bırakarak Mihaliç'e yerleşti. Bu gidişatı ilk olarak Çandarlı Halil Paşa kabul edemedi ve çatlak sesler çıkarmaya başladı. Bu sözlerden haberi olan 2. Mehmet Halil paşayı mimledi ve tahta gerçekten sahip olacağı günü beklemeye başladı. 
    Bu değişikliği bir fırsata çevirmek gibi yanlış bir fikre kapılan haçlılar antlaşmayı bozarak Osmanlı devletine saldırıya geçtiler. Bu durumda büyük sıkıntılar yaşayan 2. Mehmet devlet erkanından da destek alamayacağını bildiği için babasına bir mektup yazarak şu sözleri söyler.
    ''Baba
    Eğer padişah siz iseniz geliniz ve ordunun başına geçiniz , yok eğer padişah ben isem size emrediyorum gelip ordunun başına geçiniz. '' bu söz üzerine ordunun başına geçen 2 Murat Varna da haçlıları tepeleyerek balkanlardaki gücünü perçinlemiş oldu. 

    Bu güç ve kuvvetle 2. kosova savaşını da gerçekleştiren sultan haçlılara kendisini unutturmadan morayı da aldı ve Arnavutluk seferine çıktı. Bu seferde de başarı sağlayan sultan Murat İstanbul'un alınmasını kolaylaştırdı, Avrupa'nın savunma duruma geçmesine sebep oldu. Bu savunma durumu 1683 Viyana bozgununa kadar sürecekti. Osmanlının kuruluşunu tamamladığımıza göre yükselme dönemi padişahlarını tek tek yazmanın daha iyi olacağını düşünüyorum. Yeni yazımızda görüşmek üzere. 
  • Kuruluş dönemini üçe ayırdığım için iki gündür yayınladığım yazılarda  ilk 4 hükümdardan bahsedecektik, öylede oldu dünkü yazımızda Ertuğrul gazi, Osman gazi ve Orhan gaziden bahsettik bu yazımızda ise 1. Murat Hüdavendigar, 1. Bayezit namı değer Yıldırım ismiyle anılan padişahımızdır kendisi. 4 Hükümdar diyorum çünkü Ertuğrul Bey idi.

    1.Murat Hüdavendigar denildiğinde aklımıza ilk gelen bir Sırp tarafından şehit edilen padişah diye hatırlarız. Ama kimse demez ki babası Orhan gazi ona 95 bin kilometre karelik bir devlet bırakmış oda bu bize azdır daha Orta Asya'dan karındaşlar gelecek biz bunu genişletelim demiş ve 500 bin kilometre kareye çıkarmıştır ülke sınırlarını. Yine kimse sormuyor 1. Murad'a neden Hüdavendigar denilmiştir; sebebi Hükümdar ve Bey anlamına gelmektedir. Ve ilk sultan ünvanınıda yine 1. Murat kullanmıştır, çünkü İlhanlılara olan bağımlılıklarına bir son vermiştir. Burada söyle bir parantez açalım İlhanlılar kim ? Kimi kaynaklara göre Moğol  kimi kaynaklara göre Türk devletidir. Cengiz Kağanın torunu Hülagü Han Tebriz'de  kurmuştur devleti devletin hal hareket ve tavırlarına bakarsak Türklerden baya etkilenmişlerdir ve dedesi Cengiz kağan Türk 1000 boydur biride Moğoldur gibi bir söz söylemiştir. Buradan ne çıkarıyoruz İlhanlılar Türktür, tabi bu benim şahsi kanaatimdir katılmak istemeyeni anlar ve saygı duyarım ama Moğolların birçok yönden Türklerden etkilenmiş oldukları aşikar ve su götürmez bir gerçektir.
     1.Murat atası Ertuğrul gazi gibi yerinde duramayan ve aklı hep savaşta olan bir yönetici idi. Daha şehzadeliği bitmemişken koca Edirneyi tek seferde Osmanlı devleti topraklarına katmış ve  balkanlara geçmiştir. Hoş görü ile bölge halkını kazanan Sultan Murat Anadolu'da Karaman oğulları ile savaşmış, Savcı bey isyanlarına dur demiştir.


    Sona doğru gelirken Avrupa bu hızlı büyüme ve sevilmeyi kıskanarak önümüze Sırp prensliği,  Bosna krallığı ve bölgede hüküm süren balkan prensliklerinden oluşmuş bir ordu ile üzerimize gelmektedir. Şaşırıyor muyuz biz bu duruma ? Neden şaşıralım bu insanlar kendilerinden başka medeniyet timsali yok diyen tipler. Bizim orduda ise Teke beyliğinden, Menteşe beyliğinden, Candar oğulları beyliğinden destekler var. Sonuç ne olur derseniz, bildiğimiz üzere bu adamları biz böyle yenemeyiz daha şeytani planlar deneyelim diyerek inlerine çekiliyorlar. Savaş alanını gezen Sultanımız bir sırp tarafından şehit ediliyor ve yerini oğlu 1. Yıldırım Bayezit'e bırakıyor.

    Yıldırım Bayezit savaş alanında babasının ölümü üzere padişah oldu ve hemen orada biat edildi. Kaçan düşmanları kovalamakta olan kardeşi Yâkub Çelebi çağırtılarak çadırda boğduruldu. Asker bu duruma çok üzülse de ses çıkaramadı. Bu bölümü geçmeden bir yere değinmek isterim, daha önce hiç yaşamamış olduğu bir konu üzerinden insanlar aleyhinde yorum yapan boş beleş konuşan arkadaşlar günümüzde oldukça artmış durumda. Çıkıp vay efendim Osmanlı nasıl kardeş katli yapar vay efendim nasıl padişahın 4 eşi olur nasıl harem kurar gibi çok basit ve aşalık söylemlerde bulunanlar var. Bakın insanlara hakaret etmek için söylemiyorum durum hakkında bilgisi olmayan ve bilgilenmeden bu yorumları yapıp doğruyu görenlere bir sözüm yok. Ama bilgisi olup konuyu Osmanlı düşmanlığından dolayı farklı mecralara çekip çamur atıyım izi kalsın tarzında düşünenler ve konu hakkında bilgisi yok birkaç kişi tarafından da yönlendirilip hiç gerçeği okuyayım bunun aslı nedir demeyen arkadaşlara benim sözlerim. Birincisi Yıldırım Han kardeşini boğdurmasa saltanat'a ortak olacak ve ordu toplayacaktı, bunun sonucunda bir yönetim kavgası çıkacak gidişatı iyi olan devlet sekteye uğrayacak hatta yıkılacaktı. Ve ayrıca suçsuz yere bir hayli hünerli asker boş yere ölecekti. Bunun örneğini Çelebi Mehmet döneminde görüyoruz. Osmanlının düşüncesi çoğunluğa zarar gelecekse azınlığı feda edelim tarzındadır. İkincisi eşlerinin 4 olması, bu insanlar saltanat sahibi insanlar devletlerini doğru yönetecek insan belki 4. eşinin  oğlu olacak bu kişiler senin gibi sıradan değiller bir sorumlulukları var hem Yüce Yaradan helal kılmış bir fikri bozuklar olmaz diyorlar bence şirke girdiklerinden haberleri yok. Sonra şu harem meselesi duyan sanıyor ki hareme gelen bütün bayanlar padişahın eşi oluyor. Benim güzel kardeşim o insanlar eğitim alıp saray işlerinde uğraşan kişiler, bilmiyorsun bari insanlara çamur atma. Daha konu hakkında söylenecek çok söz varda biz bu işi mahşere bırakalım orada terazi Alemlerin sahibinde.

    Savaştan sonra yeni bir haçlı birliği kurulmasın diye Sırbistan kralının kız kardeşi Mora Despina ile evlendi ve Sırpları vergiye bağladı diğer küçük krallıklar üzerine de akıncılar göndererek bölgeyi baskı altına aldı. Büyük bir Türkmen kafilesinide buralara yerleştirerek bölgeye İslamı yaymayı ve Türk unsurlarla elini güçlendirmeyi hedefledi ve bu çok etkili oldu. Balkan savaşlarına kadar çok az sıkıntılar yaşamışızdır. Anadolu içindeki çatlak sesleri susturmak isteyen Yıldırım Bayezid sefer hazırlıklarına başlamıştır. 1389'da I. Bayezid'a yönelik daha büyük bir tepki Anadolu Türkmen beyliklerinden gelmişti. Sözde Yakup Çelebi'nin öcünü almak üzere, Germiyanlı, Aydınlı, Saruhanlı, Menteşeli, Hamitli beylikleri ve hatta Sivas Hükümdarı Kadı Burhaneddin eyleme geçmişlerdi. Amaçları giderek büyüyen Osmanlı devletinin gücünü kırmak ve kaybettikleri topraklar varsa bunları geri almaktı.

    1390 baharında I. Bayezid yanına vasal devletlerden katkılar olarak Sırp Kıralı İstavan Lazarovic ile Bizans İmparatorunun oğlu ve veliahtı Manuel'i alarak olağanüstü başarılar sağlayan bir Anadolu seferi gerçekleştirdi. Hızla hareket ederek Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşeoğulları ve Hamitoğulları beyliklerini ortadan kaldırdı. Saruhan beyleri Hızırşah ve Orhan Bey'in Bursa'da, Germiyanlı Yakup Bey'in İpsala'da ve Aydınlı İsa Bey'in ise Tire'de oturmaları emredildi. Antalya'ya kadar indi. Bu arada Bizans'in elinde bulunan Anadolu içinde dört tarafı Osmanlı arazisi ile çevrili bir enklav şeklindeki Filedelfia (şimdiki Alaşehir) kalesini vasalı olan Manuel'e zaptettirdi. O yıl sonbaharda Karamanoğlu Alaeddin Bey, Candaroğlu Emir Süleyman ve Sivas Hükümdarı Kadı Burhaneddin arasındaki ittifakı yıkmak için Konya'yı kuşattı. Yıldırım'in eniştesi olan Karamanoğlu Alaeddin Bey barış imzalayarak Çarşamba Suyu'na kadar topraklarını Osmanlılara bırakmak zorunda kaldı.

    Seferi tamamlayıp Rumeli üzerine dönen Yıldırım han oradaki kargaşayı engellemeye çalışırken Dicleyi geçip Anadoluya gelen Timur hükümlerini yitirmiş beyler tarafından kışkırtılarak Osmanlıya saldırması yönünde telkinler verdi. Timur kendisini Türk olarak adlettiği için cihan hakimiyeti mantığıyla bir dünyada iki cihan devleti olmaz dedi ve Osmanlıya savaş hazırlıklarına başladı bu arada İstanbul'u kuşatmış ama haçlıların tekrar bir kalkışma içerisinde olduğunu duyunca Rumeli'ye yönelmek zorunda kalmıştır. Yıldırım Bayezid Edirne'den Tuna Nehri kıyısında bulunan Niğbolu Kalesine 24 saat gibi kısa bir sürede ordusuyla beraber ulaştı. Adına yaraşır bir sür'atle gelen Sultan Yıldırım Bayezid, Divanı toplayarak durum değerlendirmesi yaptı. 25 Eylül 1396 günü kendinden aşırı emin Haçlı birlikleri Osmanlı süvarilerinin amansız akını karşısında bozguna uğramış adeta bir baskın yemişlerdir.

    Savaşın başlarında tepeden tırnağa zırhlı seçkin Hospitalier Şövalyeleri Osmanlıların öncü birliklerine kayıplar verdirmiş, onları kovalamak için ilerledikçe Türk askerlerinin daha önceden yerlere sapladıkları kazıkların olduğu bölgeye gelmişler ve atlarla ilerlemenin mümkün olmadığını görünce atlarından inmişlerdir.

    Haçlı ordusunun geçtiği yerde Müslümanları ve hatta Ortodoksları katlettiğini öğrenen Yıldırım Bayezid çok öfkelendi. Soylular bir kenara ayrıldıktan sonra yere bir kazık çakıldı ve boyu bu kazıktan uzun olan tüm diğer esirler idam edildi. Niğbolu Savaşı, Osmanlı'nın ilk zamanlarında esirlerin öldürüldüğü tek savaştır. Ancak çocuk yaştaki Haçlı askerlerinin canı bağışlandı ve onlar da Müslüman olarak yetiştirilmek üzere Türk ailelerine gönderildi.


    Bu zaferle Anadolu'ya yönelen Yıldırım Han Timur ile karşılaşmak için Ankara ovasına gider iki ordununda güçlü olması savaşın kanlı geçeceğini göstermektedir. Ama buradaki en büyük talihsizlik iyi giden savaşın Osmanlıdaki bazı beylerin saf değiştirmesi sonucu yenilgiyle sonuçlanmasıdır. Bir gürz darbesiyle atından düşen Yıldırım Bayezid han yakalanır ve Timur'a götürülür kimi kaynaklara göre iyi karşılandı denir kimi kaynaklara göre kötü, bir iki defa Yıldırım hanı kaçırma girişiminde bulunan bazı kuvvetler başarısız olur ve Yıldırım han kafese kapatılır. Çok insancıl olmayan bu hareket Yıldırım hanın çok zoruna gider ve kahrından vefat eder.

    Yıldırım Hanın ölümü üzerine devlet içerisinde bir fetret devri başlar. Bu duruma son verecek olan padişah ise 1. Çelebi Mehmet Handır. 
  • Tarihimizde devlet yıkıp devlet kurmak bizim için oyuncak olduğu için yerimizde duramadık ve hala hazırda bir devletimiz varken yeni bir devlet daha kuralım dedik. Genetik yapımızdan mıdır yoksa Yüce Yaradanın bir kudretimidir bilinmez cidden çok hızlı bir milletiz. Neyse Ertuğrul gazinin güçlü bir beylik olma yolunda Selçuklu ile iyi ilişkiler tutması meyvalarını vermiş ve sultan Ertuğrul gaziye domaniçi vermişti
    . Batısında kalan Rumların dalaşması nedeni ile sultandan olur alan Ertuğrul gazi arkadaşlara bir güzel ayar vererek bugün ki Eskişehir o zaman ki Sultan önü isimli mevkiyi Ertuğrul gaziye verdi. Böyle böyle nam salan Ertuğrul gazi vefat etti ve yerini en küçük oğlu Osman gaziye bıraktı.
    Babasının vefatı üzerine bize durmak yakışmaz diyen Osman gazi çok hızlı bir şekilde fetih hareketlerine girişti. Kulaca Hisar, 1288'de Karacahisar'ı,1298'de Bilecik'i fethetti. Tekfurlar çok kesmeyince direk Bizans'a yönelerek 1302'de Bizans ile yapılan ilk silahlı çarpışma olarak bilinen Koyunhisar Muharebesi'ni kazandı. 1321'de Mudanya ele geçirildi; 1326'da, Bursa Kuşatması sırasında vefat etti. Şehir, vefatından sonra fethedildi.Yerine, oğlu Orhan bey geçti.


    Bizde toprak almak ata sporu olduğu için Orhan gazide çok hızlı ilerledi. Orhan gazi, beyliğin başına geçmeden önce Yarhisar tekfurunun kızı Holofira ile evlendi; 1326'da babasının ölümü ile beyliğin başına geçti ve aynı yıl Bursa'yı fethederek başkent yaptı. İlerleyen yıllarda İznik'i kuşattı fakat Bizans İmparatoru III Andronikos'un karşı saldırıya geçmesi üzerine kuşatmayı kaldırdı. İki taraf, 1329'da Maltepe Muharebesi'nde karşılaştı; savaşın kazananı Osmanlılar oldu ve böylece Kocaeli Yarımadası'nın fethi tamamlanarak Bizans'ın Anadolu toprakları ile bağlantısı kesildi. 1331'de İznik, 1337'de İzmit ele geçirildi. 1345 yılına gelindiğinde Karesioğulları Beyliği, Osmanlı topraklarına katıldı.Beyliğin alınması ile Anadolu Türk siyasi birliğinin sağlanması yolundaki ilk adım atıldı ve Osmanlı, Karesioğulları'nın donanmasından yararlandı. Ayrıca beyliğin konumu sayesinde Rumeli'ye geçiş kolaylaştı. Orhan Gazi, 1346'da Yannis Kantakuzenos'un kızı ile evlendi ve 1347'de Bizans tahtına geçmesini sağladı. Bizans'a, Balkan devletleri ile yaptığı savaşlarda asker yardımında bulundu. Yardımların karşılığı olarak kendisine 1353'te Gelibolu Yarımadası'ndaki Çimpe Kalesi verildi. Böylece Osmanlılar, Rumeli'deki ilk topraklarını kazandılar.
    Tabiki ne oldu hadi tahmin edelim. Rumeli'ye geçince de yerimizde duramadık ve batıya doğru genişlemeye ağırlık verdik. Tabi Anadolu beylikleriyle aramızı iyi tutuyoruz çünki onlar şuan için bizim doğu cephemizi koruyorlar zamanı gelince onları da tebaamız yapacağız. Kuruluş döneminin 8 önemli yöneticisi var o yüzden Osmanlı Devleti Türk tarihini parçalara ayırarak yazmayı düşünüyorum. Sona geldiğimizde bir hatırlatma yapmak istiyorum bizde ne Ertuğrul biter nede düşman o yüzdendir ki dikkatli olalım.
  • Orta asyadan çıkarak birçok meseleler atlatan biz Türkler, bu topraklara gelene kadar irili ufaklı devlet ve beylik kurmuş en son Anadolu kapılarına kadar geldik. Tabi ki gelirken Metehan olduk günümüz nizami ordularını dizayn ettik dünyaya öğrettik, Uygur olduk hareketli matbaayı bulduk, Selçuklu olduk halifeyi Şiadan kurtardık. Anadolu Selçuklu olduk bir kalkan gibi 12 haçlı seferi ve Moğol saldırılarını göğsümüzde söndürdük. Neden peki ? Sırf Müslümanlar bu kanlı savaşlardan zarar görmesin incinmesi diye.

    Dünyadaki halklara birçok iyi örnekler göstererek bir toplumun nasıl sömürmeden hayatını devam ettire bileceğini göstermiş olduk. Biz istesek Avrupa gibi Afrikayı sömürür daha sonra oradan zorla, yobazlıkla, kalleşçe masum halkı toplar yeni sömürümüz olan Amerikaya görür orada öldürünceye kadar çalıştırırdık. Sonrada hiç bir şey yokmuş gibi hayata devam ederdik. Ama şeref ve haysiyet gibi övülesi özellikler sadece bize verilmiş Avrupa bundan baya bir mahrum kalmış anlaşılan.
    Konumuza dönecek olursak haçlılarla savaş verirken bir yandan da Moğolların saldırılarına dur demeye çalışan Anadolu Selçuklu hangi tarafı bertaraf edeceğini bilememektedir. Ama içerisindeki boyların askeri güçleri ile bir nebze olsun düşmanları oyalamaya ve gücünü toparlamaya çalışmakta, komutanlar görevlendirerek boyların asker sayılarını ve okçu, mızraklı, atlı gibi tasnifler yaparak askeri birliklerin seceresini oluşturmaktadır. Bu çözüm yolları arayışı sadece çöküşü ileri tarihlere ertelemektedir.

    Bir yanda koca Anadolu Selçuklu çökerken bir yanda içeride küçük 400 veya 700 çadırlık Kayı obası Bizans tekfurlarının yanı başına göç ederek gidişatı lehlerine çevirme gibi bir fırsatı elde ederek 623 yıl dünyaya gerçek insanlığı ögretecek bir devlet kurma çalışmalarına başlamışlardır. Anadolu'ya ilk ayak bastıkları mevki doğu Anadolu olduğu bilenen Kayılar tabiki her zaman olduğu gibi iç çekişmelerden bıkarak hem Cihad için hemde çekişmelerin yıpratmasından dolayı en uygun yerin Söğüt ve Domaniç çevresi olacağını düşünerek göç etme kararı aldılar.


    Aldılar diyorum ama bu kararı aslında tek başına Ertuğrul gazi aldı ve kendisine biat eden küçük bir grup ile göç yollarına çıktı. Büyük Kayı boyu ise Horasana geri döndü.Küffarın göğsüne yapılan bu göç hareketi devlet tarafından da desteklenerek diğer boylara nazaran daha iyi yerlere yerleştirildi ve devlet nezdinde itibarları daha sayılır oldu.Merkezden uzakta ve boy kavgaları ile çok uğraşmayan Kayılar gelişmek ve büyük için çok uygun bir yer şeçtiklerinin farkına vardılar.

    Gönül isterdi ki büyük abisi Gündoğdu ve Sungur Tekin ile birlikte söğüt ve domaniçe gelseler idi. Büyük bir güç olan Kayı alplerini bölmeselerdi ama şartlar bu vaziyetin daha uygun olduğunu gösterdi.Geldikleri konum itibariyle askeri üstünlüğü olan Bizans tekfurları bu üstünlüğü olması gereken şekilde değilde bireysel hareket etmekten yana kullanınca Ertuğrul gazi için kolay bir fetih yolu açılıyor. Bizans tekfurlarının bu hareketi bana balkan savaşlarındaki Osmanlı komutanlarını hatırlatıyor.

    Emir komutayı kaybeden ordu birbirini çekemeyen komutanların ihtiraslarından dolayı büyük kayıplar vermiş ve toprak kayıplarına sebep olmuştur. Meselem sadece toprak  değil. Meselem o topraklarda iskan edilmiş Müslüman toplumun hayatını tehlikeye atmış olmalarıdır. Bizans tekfurlarının hataları hiç bir Hristiyan'ın hayatını kaybetmesi ile sonuçlanmadı ama bizim komutanlarımızın hataları büyük bir göç dalgasına, göçemeyenlerin ise katledilmesine sebep oldu.

    Tekfurlara değinmişken, halktan aldıkları destekleri de kaybetmeleri kalelerin düşmesindeki en büyük etkenlerden biri olmuştur. Destek neden azalmış derseniz, dindaşları olan insanlara sırf mezhep farklılıklarından dolayı zulmeden tekfur yöneticileri halk tarafından bu şekilde cezalandırılmışlardır. Bu iddiama en büyük kanıt ise Süleyman Kocabaş hocamın Adil Türk İdaresi adlı eseridir. Evet yazının sonlarına doğru gelirken Ertuğrul gazi Kayı boyunu kısa süre bir beylik haline getirerek çok kaliteli bir devlet adamı olan oğlu Osman gaziye bırakmıştır. Ertuğrul gazi birçok kaynağa göre 92 yaşına kadar yaşamıştır. Ve arkasında şanlı bir tarih bırakmıştır. Yazımızın sonunda hep değindiğimizson nokta bugünlerde hat safada olan mezhepçilik olsun.

    Akla mantığa ve insanlığa sığmayan bu mezhep savaşları Avrupayı eli kanlı bir zorbaya dönüştürmüş ve arkasında kanlı bir tarih bırakmasına sebep olmuştur. Son günlerde el altından bu pislik, iğrenç ve yalnız onların körükleyeceği bu mezhepçilik kavgası İslam dünyasını da sarmaya başlamıştır. Acaba din büyükleri mezhep önderleri bu halimizi görse bu gibi mezheplerin oluşmasına ön ayak olurlarmıydı çok merak ediyorum. İkinci önemli konu ise biz bu oyunlara nasıl düşüyoruz da kardeşimizi sırf aynı mezhepte değil diye öldürmek gibi aşağılık bir harekette bulunuyoruz ümmet ivedilikle bu duruma bir son vermeli.
  • Bildiklerimizi tazelemek, unuttuklarımı hatırlamak ve öteleyip unutmaya çalıştığımız milli yanlarımızı halen neden harekete geçirmediğimizi her yazının sonunda sormaktan ben yıldım siz yılmadınız her iki tarafta inadına devam ediyorsa yeni yazımızla bu yarayı tekrar kaşıyacağız demektir.

     

    Büyük Selçuklu devletinin her zamanki gibi içerdeki iç çatışmalardan dolayı zayıflaması ile İrandan Asya ya kadar olan topraklarımızı kaybetmemize sebep olmuş ve devlet bir basiretsizliğe yakalanmıştı. Ne yapsalar ne etseler bu gidişatı durduramayan devlet yöneticilerinin hiç birinin aklına gelmemiş içeride neler oluyor bizi güçlendiren yönlerimiz neden şimdi bizi dibe çeker oldu. Bu fikri göz ardı edildiği daha 14 Türk devleti varken kimse akıllanmaktan yana değil gibi görünüyor. Bu gidişatın sonunda da Anadolu ya yönelen Türk akınları başarılı olmuş son demlerini yaşayan Bizans’a güzel bir askeri ders verilmektedir. Bu dersin en güzelini kefeni ile savaş meydanına giden Sultan Alparslan veriyor. Kendi bünyesindeki 40 bin asker ile Bizans komutanı eski esir bugünün kralı Romen Diyojen’in üzerine gitmiş ve birçok kayıp verdirerek 4 ile 5 bin arası esir alan Sultan Alparslan Bizans’ı Marmara bölgesine kıstıracak oradan’ da İstanbul ilimiz sınırlarına kıstıracak bir harekatın ilk taşını koymuş geri kalanları ise soydaşları  ve dindaşları devam ettirmiştir.


    Savaşta başarılı olmamızın en önemli  noktaları ilk olarak dinimize olan bağlılığımız ikincisi genlerimizdeki savaşçılığımız üçüncüsü ise bölge halkının Bizans zulmünden bıkmış olmasıdır. Bu bilgileri iyi okuyabilen Sultan Alpaslan Anadolu’nun bulunduğu bu kriz döneminden bir fırsat çıkarmayı başarabilmiştir. Bölge halkının desteğinin yanı sıra kavimler göçü, iç çekişmeler ve bilinmeyen sebeplerden dolayı göç yapan Türk kavimleri Bizans ordusunda paralı asker olmuşlardır ve bir kısımda Hristiyan olmuşlardır. Dinini yanlış yönde tercihle doldurmaya çalışan bu Türk kavimleri kısa süredir girdikleri bu dinde öz benliklerini daha halen yitirmemiştir. Bu neden önemli neden burada bahsediyorsun dersen, öğrendiğimiz bilgilere göre karşı karşıya gelen ordular içerisinde elleri ile kurt işareti yapan Müslüman orduya kanlarının kaynadığını fark etmişlerdir.
     Sağ taraftaki kurt işaretini gören Peçenek ve Uz Türkleri siz dindaşımızsınız da biz Garındaşlarımızı seçiyoruz diyerek Bizans ordusunu içeriden vurarak karşı tarafa geçmişlerdir. Bu taze kanla daha da güçlenen Selçuklular savaş alanını Bizans’a dar ederek imparatoru esir alarak bu başarılarını perçinlemişlerdir. Bu durum Bizans’ta soğuk duş etkisi yapmışken bizde şenlik sebebi olmuştur.
    Savaşı kazandık ama biz Anadolu’ya elimizi kolumuzu sallayıp mı girdik ? Tabi ki hayır, bizim yeni yerler arama, yeni vatan bulma çabamızda en büyük etken bölgenin sahipleri ile nasıl geçine bileceğimizi ve uyum sağlaya bilecek miyiz gözlemlemek oldu. Bizi Anadolu ya bölgenin Hristiyan dinine mensup halklarda çağırıyordu bu sözüme inanmayan arkadaşlar aşağıdaki kitabı okumalılar ve okutmalılar yazarı Süleyman Kocabaş birçok kaynağı taramış ve gerçekten çok güzel bir eser ortaya çıkarmış.



    Hem yurt aradığımızdan hem de bölge halkının Türkleri istemesinden dolayı Anadolu Sultan Alparslan’a çok cazip gelmiş ve fetih yolunda büyük başarılar sağlayarak kendinden sonraki Türklere Peygamber Efendimizin Hadisine nail olma fırsatını vermiştir. Anadolu’da devlet kurarak tekrar tarih sahnesine çıkan Selçuklu devleti 12 haçlı seferini göğsünde söndürerek veya etkilerini minimize ederek Müslüman alemine yine kalkan yine bir set olmuştur. Savaş Türk’e düğün dernektir sözünü burada canlı canlı görmekteyiz. Gazi Türk milleti yeni devleti ile yine dünya siyasetine yön vermeye başlamışken bizi düşman olarak ilan eden batı yine rahat durmamakta ve bu gazi milleti nasıl etsem de dara düşürsem kendime muhtaç etsem kafasını yaşamaktadır. Bu emellerine bazen haçlılar ile bazen de Moğol saldırıları ile ulaşsa da çoğu zaman hevesi kursağında kalmıştır. Ama her zaman olduğu gibi gücün tadını alan Türkler daha fazlasını isteyerek iç karışıklıklara sebep olmuşlar ve devletin yıkılıp Anadolu’da  beyliklerin kurulmasına sebep oluyorlar. Bu cümleyi kurunca aklıma ilk gelen soruyu sizlerle paylaşmak istiyorum acaba şuan bizim hayretle okuduğumuz Türk tarihinden haberdar olsalardı yine bu güç paylaşımı yolunda devletin yıkılmasına rıza gösterirlermiydi ? İkinci bir soruyu daha paylaşarak yazıya son vermek istiyorum. Peki bu bildiklerimiz ayan beyan açıkken neden atalarımıza layik birer olmak varken saçma sapan işlerle uğraşmaktayız bunu kendimize cidden sormalıyız. 
  • Tarihin başlangıcından beri bizde devlet kurmak çocuk oyuncağı olduğu için birçok devlet kurmuş ve yıkmış bir durumdayken yine iki Türk bir araya gelmiş ve dünyaya yön verecek devletin temellerini atmaya başlamışlardır.  


    Oğuzların Kınık boyuna mensup Selçuk bey, babasının Oguz Yabgu devletinin kumandanlarından Dukak subaşının oğlu olması nedeni ile iyi bir askeri eğitim almış ve kendisini birçok alanda geliştirmiştir. Genetiklerimize kodlanmış olan devlet kurma yeteneğini de bu özellikleri ile birleştiren Selçuk Bey Müslüman olmayan Türkler üzerine seferler düzenleyerek ismini duyurdu ve kısa zamanda büyük güç sahibi oldu. Düşmanımın düşmanı dostumdur mantığıyla hareket eden samani devleti hükümdarı Selçuk Bey’e kendi topraklarında yer vererek gelişmesine ortam sağladı, ama bilmiyordu ki zamanı gelince topraklarını kendi devletine katarak büyük bir Türk devleti kuracak.
    Selçuk Beyden sonra devlet yönetimine gelen yöneticiler durgunluğa sebep olsa da torunları Tuğrul ve Çağrı Beylerin esaretten kurtularak devletin başına geçmeleri ile devlet tam bir şahlanışa geçerek büyük bir güç olmak yolunda ilerledi. 
    Devlet güçlenirken kullanılan unvanlardan anlıyoruz ki yönetim samanilerden kültür olarak etkilenmiş ve ‘ Keykubat, Keyhüsrev, Keykavus ‘ gibi unvanlar kullanmaya başlamışlar. Bünyesinde birçok adı duyulmuş Han ve komutan yetiştiren Büyük Selçuklu devleti sınırlarını Çin’den bugün ki Ege denizimize kadar genişleterek büyü bir alana sahip olmuşlardır.
    İlk yazılarımızda da bahsettiğimiz gibi devletleri taşıyan ve geliştiren bazı kilit isimler olduğu gibi aşağı çeken ve bölünmesine sebep olan hükümdarlarda vardır. Büyük Selçukluda da aynen bu şekilde oldu ve devlet giderek zayıfladı bugün ki İran ve Çin arasında kalan topraklarımıza hükmedemez olduk ve Anadolu’ya büyük oranda yerleştirdiğimiz Türkleri kontrol edelim derken asıl kontrol etmemiz gereken yerleri unuttuk buda otorite boşluğuna ve Türk boylarının bağımsızlıklarını ilan etmesine neden oldu. En güçlü yönümüz olan teşkilatçılığımız bir zaman sonra bize zarar haline gelir oluyor.
    Anlaşılan o ki Türk töresini rahat dönemlerinde unutan Türk boyları güçlü bir devletimiz var destek olalım otoriteyi biz sağlayalım demek yerine kendi otoritemizi kuralım ve bağımsız olalım diyerek Büyük Selçuklu devletinin İran ve Çin arasındaki topraklarımızı kaybederek Anadolu’ya çekilmek zorunda kalıyor.
    İlk yazımda başlattığım tarihten örnek alalım tadındaki son kısma geldik. Bugün baktığımızda İsrail devleti çocuklarını küçük yaşta silahla tanıştırıyor ve kutsal kitaplarından aldıkları sözde seçilmiş millet kafasını iliklerine kadar küçük çocuklara öğretiyorlar, biz ise nedense bir çiçek çocuk olma yolunda çocuğa kötü şeyler öğretmeyelim diyerek çocukları düşmanlarımızın istediği pembe dünyalarda savunmasız ve kendi düşüncelerini yaşayamaz, bağımlı, yönetilen tipler olarak yetiştiriyoruz. Neden çünkü dünya çok zararsız ve biz buna uymalıyız. Biz genetiğimizde kodlu olan özelliklerimizi tekrar ortaya çıkarmaz isek mazluma ve düşküne yapılan zulümler son bulmayacak ve bizde bundan sorumlu olacağız. Bu vebale katlanamayacak Müslüman Türkler artık evlatlarını sözde eski Türk usullerine göre yetiştirmeliler ve bunu modernize ederek günümüze yön verecek kendine güvenen, lider ve iş bitiren bireylere tekrar kavuşmalıyız.
     İş bitiren Türk gençine örneğimiz ;
    Ömer Halisdemir'dir.


  • İlk iki yazımda göçümüz ve İslam dini ile tanışmamızı anlattıktan sonra millet olma bilincimizi tamamlamış olduğumuzu düşünüyorum. Bunu nerden çıkardığımı soracak olursanız Uygur Türkleri ve Hazar Türkleri en iyi örneklerdir. İslamiyet hariç diğer  dinleri kabul eden ve Asya’daki dinimiz olan gök Tanrı inancı ’da dahil İslam’ı kabul etmeyen soydaşlarımız ya asimile olmuşlar yada kendilerini başka bir ırkmış gibi görmektelerdir. Bu yazımızda ise sadece üstün körü geçilen çok üzerinde durulmayan Hindistan gibi bir insan seline sahip bir ülkeyi İslam ile şereflendiren Gaznelileri tanımaya çalışacağız.



    Bu devlet İran asıllı samani devletinin hükmü altında olan Türk boyları tarafından 968 de hindistanın kuzeyinde kurulmuş ve 225 yıl hüküm sürmüştür. Abbasi ve Samani devletleri arasında kalan Müslüman ve Müslüman olmayan Türklerin çıkış yolu olarak Samani devletini seçmeleri ile başlayan yakınlık samanilerin Abbasîlere oranla daha serbest ve özgürlükçü olmaları Türklerin Samanilere sempati duymalarına sebep olmuştur. 900 ve 950 yılları arasında yaklaşık 200 bin Türk Müslüman olmuş ve Samani devletinin hâkimiyeti altına girmiştir. Bu durumdan mütevellit Türkler Samani devleti bünyesinde önemli konumlara gelmiş ve devletin idari yapılarına hükmeder olmuşlardır.
    Maveraünnehir bölgesine büyük bir Türk göçü başlayınca devlet Batı Asya’da söz sahibi olmaya başladı. Her güçlü dönemin bir sonu olduğu gibi Samani devletin dede böyle oldu ve iç karışıklıklar baş göstermeye başladı. 961 de Samani Baş Veziri Muhammed Belami ve Horonsan ordusu komutanı Alptegin ile kendilerine daha yakın bir hanedan üyesini devletin başına geçirmek için anlaştılar bu durum duyulunca vezir öldürüldü ve Alptegin hedef haline getirildi. Yanındaki az bir kuvvetle gazne şehrine çekilen Alptegin bölge yönetimini sağlayan leviklerin hâkimiyetine son verdi.
    Gazneli devletini kuran Alptegin bir yıl sonra öldü ve yerine oğlu Ebu İshak İbrahim geçti. Bu durumu fırsat bilen levikler gazne şehrine saldırdı ve geri aldı. Böyle bir saldırı beklemeyen yeni hükümdar Samanilerden destek isteyerek gazne şehrini geri aldı. Lakin üzerlerinde Samani hakimiyeti kurulmasına izin vermedi. Ebu İshak İbrahimin ölümü üzerine yerine yine ordu komutanlarından Bilge Tegin, Piri Tegin Ve Sebüg Tegin geçerek devleti toparlamaya çalıştılar. Alpteginin bir pazardan alarak yanında yetiştirdiği Sebüg Tegin kısa sürede Alpteginin sevgisini kazanarak damadı oldu.

    Piri ve Bilge teginlerden sonra yönetime geçen Sebüg tegin devleti 20 yıl gibi bir sürede iki katı büyüklüğe ulaştırdı. Bugün ki Afganistan ve Pakistan devletlerinin olduğu bölgeyi hâkimiyeti altına alarak kendi devletinin sikkesini bastırdı. Hasta yatağında devletin başına küçük oğlu İsmaillin geçmesini istedi ise de bunu hazmedemeyen büyük oğlu Mahmut kardeşini alt ederek yönetime geçti.


    Gazneli Mahmut saltanatı ele almasıyla yeniliklere de hızlı başladı. Kadim Türk unvanı olan “ Tegin “ unvanı yerine İslami usullere uygun olan “ Han “ ve “ Sultan “ unvanlarını kullanmaya başladı. Gazneli Mahmut güçlü bir ordu yapısı kurarak ordusuna filleride dahil etti. Karahanlılarla aynı zamanda Samani devletine saldırı başlatarak yıkılmasına sebep oldu. Bunu iyi bir fırsat olarak gören Mahmut Seyhun nehrini sınır kabul ederek Hindistan’ın kuzeyine yöneldi. Budist Kralları tek tek yenerek Hindistan’ın kuzeyine hâkim olan Mahmut sağladığı büyük maddi kaynakları devleti için kullanarak ticaret yollarını kendi devletine bağladı. Gazneye döndüğünde Multan emirliğinde Şii propagandaların çokça destekçi bulduğunu öğrenince büyük ve güçlü bir ordu ile buraya saldırdı, Multan Emiri Ebü’l Davut kaçarak bir adaya sığındı. Emiri bulamayan Mahmut kuşatmayı kaldırmayarak Emiri bulmakla ilgilendi, sığındığı adada yakalanan emir idam edilerek yerine bölgenin ileri gelenlerinden bir emir atayarak geri döndü ama bu emirinde aynı istikamette olduğunu öğrenince onu da görevden alarak idam ettirdi. Tekrar Hindistan üzerine sefere çıkan Mahmut hâkimiyetini perçinleyerek Hindistan ticaret yolu üzerinde tek güç haline geldi. Bu seferden faydalanmak isteyen Karahanlılar horasana saldırarak aldılar bu haberi alan Mahmut Hindistan seferinden dönen ordusu ile horasan üzerine gitti ve zorlanmadan geri aldı. Hindistan’a 17 büyük sefer düzenleyen Mahmut bugünkü Müslüman çoğunluğun oluşmasındaki en büyük etkendir.


     Kendisinden sonra yerine geçen Gazneli Mesut, bu ilerleyişi devam ettirdi. Daha sonra gelen hükümdarların yetersiz olması ve içerdeki karışıklıklarla Selçuklunun güçlenmesi Gazneli devletini yıpratan nedenler oldu.
    Bu devletin en büyük hükümdarı olan Gazneli Mahmut insan seli olan Hindistan’ı ataları Mete Han ve Atilla’nın Çine yaptığı seferler gibi bıktırmış ve bir süre sonra boyun eğdirmeye mecbur bırakmıştır. Bu duruma bir kısım tarihçiler ‘ Tekerrür ’ diyerek normal gibi göstermeye çalışsada bir milletin genetiğinde ne varsa o ortaya çıkar desek tam yeridir. Bugün ki Türkler bu istikamette gitmiyor olsa da, bu bilinç er ya da geç ortaya çıkacak ya da zorla çıkarmalıyız.


  • İlk yazımda nerden geldi bu Türkler başlığıyla üstün körü Türklerin neden orta Asya’dan çıktığına ve Avrupa Hun devleti başbuğu Atilla ile sapkın bir topluluğa nasıl ayar verdiğini azda olsa yazdık. Şimdi ise Türklerin millet bilinçlerini nasıl tamamladıklarını örneklerle göreceğiz. Yüce yaradan dünyaya 124 bin peygamber göndererek kullarına sapkınlık ve şirk gibi yanlışlardan dönmelerini ve kalubelada verdikleri söze uyarak emir ve gereklerini yerine getirmelerini ister. Hepimizin bildiği üzere bu uyarıları peygamberleri aracılığıyla yapar ve her topluma emir ve kuralların olduğu kitaplar gönderir. Bu kitaplar bazen Kuranı Kerim gibi tam teşekküllü olur bazense küçük nüshalar şeklinde olur. Türklerinde Gök Tanrı inanışından ve İslam’ın Ve İmanın şartları ile tıpa tıp benzeyen kuralları kabul etmeleri akıllara acaba Türklere de bir peygamber geldi mi sorusunu getiriyor.


    Toplumlar 4 hak din etrafında toplanmak mecburiyetinde kalınca bazı kesimler 3 hak dinin gereklerini yerine getirmeyince son ve kıyamete kadar sürecek olan İslam dini yeryüzüne gelince yayılması ve insanların hakka kavuşması amacıyla birçok millete elçiler gönderilerek tebliğ hareketleri başlar. Bu milletlerin biriside Türklerdir. İlk olarak Müslüman arapların tüccarları vasıtasıyla duyulan İslam öyle birden bire kabul edilememiş ve bazı kendini bilmezlerin dediği gibi baskı ve şiddet yoluyla da kabul ettirilmemiş.



     İlk olarak tüccarlar aracılığıyla Karahanlı devletinin kurucusu olan Türk boyu Karluklarla tanışmıştır. Eski dinlerini bir anda terk edip yabancı oldukları bir milletin dinine hemen geçemeyecekleri için bu işler bazı kaynaklara göre 1 bazı kaynaklara göre ise 2 kuşak sürmüştür. Lakin hiçbir zaman bir baskı ve şiddet olmamıştır eğer olsa idi Türkler bu etkiye illa ki bir tepki gösterir ve geçişler daha yavaş ve hatta olmaya da bilirdi. Türklerin İslam dinini pek yadırgamamalarının sebeplerinin başında tek tanrı inancı büyük bir öneme sahiptir.
     İlk yazımda başbuğ Atilla'nın papaya tanrının oğlu var gibi zırvalıklar çıkarı yormuşsunuz çıkışması bu yüzdendir. Türkler tanrının tek ve yegane güç olduğuna orta Asya’da iken zaten iman etmiş idiler. İslam dinine sıcak olmalarının diğer sebepleri ise ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kaza ve kadere inanırlar ve kurban keserlerdi. Zina ve eş cinsellik kesinlikle yasaktı ve hırsızlık ağır ceza ile cezalandırılırdı. Bu benzerlikleri kavrayan ve anlayan Türkler Emevi valisinin Horasanda İslamiyet’i yaymak için yaptırmış olduğu cami ve medreseyi açmasına izin vermezlerdi. 

    Bu yakınlaşma ortak düşmanımız olan Çin ile yapılacak olan Talas savaşının etkisiyle zirveye ulaşacaktır. Çin ordusu karşısında zorlanan Müslüman Arapların imdadına Türk süvarileri yetişmiştir. Savaşı izleyen Karluk beyinin emri ile alana giren Türk süvarileri at Türkün kanadıdır tezini bir kez daha ispatlayarak Çin ordusuna büyük bir darbe vurarak bir süre kabuğuna çekilmesine sebep olmuştur


    Bu savaş ile Türkleri daha yakından tanıma fırsatı ele geçiren Müslüman Araplar Türklerin yüksek ahlaklarını, idarecilik ve savaştaki üstün meziyetlerini yakından tanıma imkanı bulmuşlardır. Talas savaşı ile oluşan bu olumlu ortamda Türkler İslam dine kitleler halinde geçmeye başlamışlardır. 
    Peki konunun ilk başında millet olma bilinçlerini İslam dini ile tamamladılar demem sadece söz olsun diye ortaya attığım bir teoremiydi. 
    Türkler İslam dini ile başkaca dinlerede girmişlerdir Hristiyanlık Musevilik ve Manihaizm gibi peki şuan neden bu Türk boylarından veya devletlerinden sadece ismen haberdarız ? Sorduğumuz bu soru Türklerin ne kadar yerinde bir karar vererek İslamla millet bilinçlerini tamamladıklarını ortaya seriyor. İslamı bize öğreten peygamber şu uyarıda bulunarak nereden geldiğimizi hep hatırlamamız gerektiğini istiyor "  Aslını inkar eden bizden değildir " biz bu söz ile benliğimizi ve hücrelerimize işlenmiş özelliklerimi koruma altına aldık. Uygurların bir kolu Manihaizm'i kabul ettiler ve savaşmak ve et yemek gibi Türklerin en önemli özelliklerinden mahrum kaldılar bu duruma müteakip parçalanarak isimsizce kayboldular ama bir diğer kolu İslamı benimseyerek şuan bile varlıklarını sürdürmekte. 

    Yukarıdaki resimde de görüldüğü üzere zulüm ve baskı altındada olsalar ilk olarak dinlerinden daha sonrada Türklüklerinden taviz vermeden yaşamaya çalışan bu insanlar Manihaizm'i benimseyen diğer uygurlar gibi tarihten silinmediler hatta tarihe halen Türkün nasıl inatçı yenilemeyeceği gösteriyor. 
    Diğer dinleri benimseyen Türklerin bazıları da Avarlar, Peçenekler Hristiyan Hazarlar ise Museviliği benimseyerek asimile olmuş ve tarihteki yerlerine kendi elleri ile son vermişlerdir. 
    İlk yazımızda sorduğumuz soruların bir benzerini daha soralım sen Müslüman Türk halen neden oyun oynaştasın ? dünyayı izlediğin TV programlarından, ailenin sana sağladığı rahat yaşamdan, defalarca zulümden kurtulmuş rahat ülkenden ibaret mi biliyorsun ?  Ne zaman bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığına büründün de böyle beynamaz oldun. Her birimizin bu soruları kendine sorduğu ve üstesinden gelerek bilinçlendiği günler dilerim. 
       


  • Başlangıç yazımıza başlık olan bu soruyu, birçok millet defalarca kendisine sormuş ve tam anlamıyla tatmin edici bir cevap alamamıştır. Türkler yapı itibariyle kabına sığmayan, zorbalığa ve haksızlığa dayanamayan bir millet olup bununda örneklerini tarihte birçok defa görmüşüzdür. Aynı zamanda teşkilatçı bir millet oluşumuz bizim için övünç ve kıvanç kaynağı olurken diğer milletler için nedendir bilinmez dert sebebi olmuştur.

    Bu sıkıntıyla ilk tanışan millet ise Çinliler olmuştur. Birçok defa savaştığımız ve vergiye bağladığımız Çin ders alarak savaş meydanında değil evlerimizin içine soktuğu ipek ve Çinli kadınlarla bizi yenmenin yolunu bulmuştur. 250 bin kişi ile üzerine yürüdüğü 50 bin kişilik Göktürk ordusunu yenemeyen Çin evimize soktuğu kadınları ile basiretli devlet adamlarımızı uyutmayı başarmıştır. Bir Allah’ın kuluda çıkıp dememiş ki biz ne haldeyiz nereye sürükleniyoruz. Böyle gelişen bir olayında illaki bir sonucu olacaktı ki oldu da Göktürkler esaret altına girdi ve çinin içlerine sürülerek asimile edilmeye çalışıldı.



    Her olayda olduğu gibi sonradan aklımız başımıza geldi ve Kürşad isminde bir Türk kağanın iştiraki ile 40 asker sarayı basarak esaretten kurtulma yolunda ölümü göze aldılar. Kısmen faydalı olan bu baskın Kürşad ve çerilerinin hayatlarına son verse de Türklerin Çin içinden sürülmelerine ve hürriyetlerini kazanmalarını sağladı. Tabi burada asıl dikkat etmemiz gereken boyun eğdiremediği Türkleri korku ile içerisinden çıkaran Çin daha sonrada birçok defa bizden tokat yemiş ama yine de akıllanmamıştır.
    Bana göre Türklere boyun eğdiren düşman olmamış içimizdeki çekişmeler olmuştur. Genel olarak dünya tarihine baktığımızda en çok kendi soydaşlarımızla savaştığımız görülür neden peki? Çünkü bize boyun eğdirecek bir millet şuana kadar karşımıza çıkmamıştır. Hunlar ve Göktürklerin kabına sığamayarak anlaşmazlıklar yaşaması koskoca bir dünyanın şekillenmesine sebep olmuştur. Bunu ilk nerede görüyoruz hunların parçalanması ile hareketlenen orta Asya’dan göçen Türklerin ilerleyişi ile görüyoruz. Bu tetikleme ilk olarak bizi ikinci olarak Avrupa’yı derinden etkiliyor. Öyle ki bugün ki Avrupa’nın temelleri bizim sayemizde atılıyor ve bu halini alıyor. Ama her şeyden bir pislik çıkaran Avrupalı kardeşler bunu da hazmedemiyor ve günümüze değin süren ve daha sonrada sürecek olan bir kinle Türklere diş bilemeğe başlıyorlar.

     Çinin yenemediği Mete’nin Avrupa’daki versiyonu olan Başbuğ Atilla sapkın ve sapık hayat yaşayan Avrupa’dan İsa tanrının oğlu gibi sözler duyunca soluğu Vatikan’ın kapılarında alıyor. Buralarda Tanrının oğlu var gibi sözler ediyormuşsunuz diyen Atilla aman dileyen papaya ayar verdikten sonra gerisin geri dönerek yılanın başını ezmiyor ve büyük bir hata yaparak bizlere kadar etkisi süren bir silsileye mahal veriyor.

    Her zamanki gibi propagandayı ekmek ile şu gibi tüketen Avrupa kendisine ayar veren Türkleri nasıl etsek de bu arkadaşları karalasak diyor ve arkamızdan barbar, vahşi ve en önemlisi de sarı ırk gibi gerçeklik payı olamayan bir yaftada bulunuyorlar. Sarı ırk demek dünya bilimine veya dünyaya diyelim hiçbir katkısı olmayan millet anlamında kullanılır ve en bilinen örnekle bu tezi Çürütmek isterim.
    Sağ tarafta görmüş olduğunuz babayiğit dünya ordularının bugünkü 10, 100, 1000 şeklindeki nizami dizilişini ve tertibini ilk uygulayan asker ve yönetici olan Metehan’dır.  Bugün ordularını bile bizim bulduğumuz usul ile düzenleyen Avrupa tuvalet adabı bilmez iken bizden öğrenmiştir. Bunlar en bilindik örnekler olduğu için bunları veriyorum. Peki, aynı Avrupa bizle aynı dönemde ne yapıyor idi?
    Adamların dine bakış açıları emlak sektöründen başladığı için cennetten arsa alıp satmalar para ve güç karşılığı krallara taçlar giydirmeler veya işlerine gelmeyen kralları aforoz etmeler daha neler neler. En kötüsü de kendi kurdukları mahkemelerde kimisine cadı kimisine büyücü kimisine deli diyerek cadıları yakıp, büyücüleri giyotinde kıyıp, delilerini ise ıssız bir adaya bırakan Avrupa bize barbar ve vahşi diyor.

    Çine nazaran daha dişli ve bir o kadarda insanı vasıflardan yoksun olan Avrupa nerden çıktı bu Türkler sorusunu kendisine soran ikinci topluluk olmuştur. Bir müddet güçlü ve kudretli olan Türkler ellerindeki gücü daha da pekiştirmek uğrunda güçlü devletlerinin zayıflamasına neden olmuşlardır. Bu durum silah zoruyla mı vuku bulmuştur tabiki de hayır. Dışardan gelen fitne ve vesveselerle kendi kendilerine zarar veren Türkler taşın sert olduğunu çok sonra anlamışlar ve bize Orhun abideleri gibi gerçek bir bilgi kaynağı bırakmışlardır. Bu durumda bilinen bu gerçekler varken halen oyunda ve oynaşta olan Anadolu Türkleri neden atalarının sözlerini okumamakta ve dinlememekte bu kadar ısrarcı davranıyor. 

Yorumlar

Ziyaretçiler